6 Haziran 2024 Perşembe

Yazdığım tüm şiirlerin bedelini ödedim

 • Sizi tanıyabilir miyiz, Kelimeler ile yakın ilişkiniz nasıl başladı?

1966 yılında Sivas’ta doğdum. İstanbul Sefaköy Lise’sini tamamladıktan sonra Akdeniz Üniversitesi Turizm ve Otelcilik Bölümünden mezun oldum.
Edebiyata olan ilgim lise yıllarında başladı. Özellikle Türkçe ders kitaplarında yer alan yazar ve şairlerin fotoğraflarına dakikalarca bakar, hayatlarını ve eserlerini incelerdim. 

Bizim zamanımızda ‘Kompozisyon Yazılısı’ vardı.  Bir konu hakkında bir sayfa yazı yazmamız istenirdi, verilen en yüksek not ise On’du. Ben bu sınavlardan hep Dokuz aldım. Hiç On alamadım, Ama hiç Sekiz de almadım. Edebiyat öğretmenlerim her sınavdan sonra benim yazılarımı diğer sınıflara da okuturlardı.

 Çok değerli öğretmenlerimin bu ilgisi nedeniyle daha çok okumak daha çok yazmaya başladım. Yaklaşık Kırk yıldır yazıyorum. Bazen bir gazetede, bazen bir dergide, bazen bir blogda, bazen de bir not defterine sürekli yazdım, yazıyorum. 

Askerliğimi yaparken de  ‘Yazıcı’ydım, Komutanlarımın aşk mektuplarını da ben yazıyordum.
1988 yılında K.Çekmece Gazetesi’nde muhabir olarak başladığım gazetecilik maceram, köşe yazılarıyla devam ediyor. 1990 yılında derlemesini yaptığım ‘Genç Harman’ isimli şiir kitabını hazırladım, 1992 yılında bu kitap çok ilgi gördü.
Karışık isimli deneme kitabı, Haksızlık isimli deneme kitabı ve Farkında Değildin isimli şiir kitabım var. Evliyim, bir tane oğlum var.

 • Deneme ve şiir kitaplarınızın çıkış noktasını anlatır mısınız? Kitaplarınıza gelen ilginin boyutu ve aldığınız yorumlar ne durumdadır?

Yaklaşık olarak 60 - 70 tane şiirim var.  Şiir yazmak da çok zor, şiir yaşamak da çok zor…Ben yazdığım tüm şiirlerin bedelini ödedim, Bedelini ödemediğim hiç bir şiiri hem yaşamadım hem de yazmadım. 

Yazdığım şiir, öykü ve kısa öyküler toplumumuzun kadim acılarından, dertlerinden, kederlerinden, yoksunluklarından, hüzünlerinden ve çelişkilerinden doğmuştur. İnsanlık tarihi derin acılar ile derin emek sömürüsünden ibarettir.

 Bu acılar savaşlar, ölümler, kadın katliamları, çocuk katliamları, hayvan katliamları, doğa katliamları, salgın hastalıklar gibi karşımıza çıkarken, emperyalist sömürü sistemi ile de açlık sınırında yaşamak zorunda kalan insanlar ile karşımıza çıkar.

 Basit olarak, En düşük ev kirasının 15 Bin Lira olduğu bir ülkede aylık asgari ücretin 17 Bin Lira olması kabul edilebilecek bir konu değildir. Tüm şiir ve yazılarımın çıkış noktası bu bakış açısıdır.

Kitaplarıma olan ilgi içinse şöyle diyebilirim; ‘Karışık’ isimli kitabım 2. baskısını yaptı, ‘Farkında Değildin’ isimli şiir kitabım da yine 2. baskısını yaptı.

 • Şiirin korunması gereken özellikleri olduğunu savunuyor musunuz?  Bu bağlamda örnek aldığınız şairler kimler?

Örnek aldığım herhangi bir şair yok ama şiirlerinden etkilendiğim şairler var. Ahmed Arif, Hasan Hüseyin Korkmazgil, Ataol Behramoğlu ve Ahmet Telli gibi toplumcu – gerçekçi şairlerimizin şiirleri su gibi hem huzur verir, hem su gibi öğreticidir hem de su gibi yavaş yavaş önündeki her şeyi değiştirir. Şiir de bu isimler gibi ustaların sözcükleri ile yeniden kendisini tekrar tekrar yaratır. Bu şairlerimizi korumak ise korumamız gereken en büyük değerlerimizdir.

 

• “Çocuklarınıza haksızlık karşısında sessiz olmayı öğretin ki; haksızlığa uğramasınlar” sözünüzdeki “sükûnet ve soğukkanlılık” vurgusunu biraz daha açar mısınız?

Sizin de bahsettiğiniz gibi; Haksızlık isimli kitabımızın arka kapağında,‘’Çocuklarınıza haksızlık karşısında sessiz olmayı öğretin ki; haksızlığa uğramasınlar’’diye bir cümle yazmaktadır. Bu cümle elbette ironi içermektedir.

‘Haksızlık karşısında susanlar, dilsiz şeytanlardır’ şiarıyla yazmaya çalıştığım yazılarda hak ve hukukun herkese, her zaman lazım olacağının altını çizmeye çalıştım. Öte yandan; Kitabın adını belirlemeye çalışırken haksızlığa uğramış insanlara bu haksızlığı yapanların ‘Hakk’sız yani Allahsız olduklarının altını da çizmeye çalıştım.
Elbette burada bahsedilen Allahsızlık kavramı dini bir anlam taşımamakla birlikte halk dilinde kullanıldığı şekliyle; Vicdansız, ölçüyü kaçırmış, bencil, acımasız, kötücül insanlardan bahsedilmektedir.
Bu cümle ile aslında çocuklara ve gençlere, ‘’Haksızlık karşısında sesinizi yükseltin’’ demek istenmiştir,

• Geçmiş dönemlerde belki de teknolojik yetersizlikler nedeniyle yazar ile okuyucu arasında bir “mesafe” vardı. Yani yazarlar okuyucu gözünde gizemleşiyordu. Şu an ise kitabını okuduğunuz yazarların günlük hayatlarını bile takip edebiliyorsunuz. Sizin bu konuda bir rahatsızlığınız var mı?
Teknolojinin gelişmesi, sosyal medyanın toplum tarafından bu kadar çok kabul görmesi nedeniyle artık hemen hemen herkes dilediği her kişiye rahatlıkla ulaşabiliyor. Bu zamanın ruhu da böyle işliyor. Okuyucu ile yazar arasında mesafe olması zaten hoş değil, Bu mesafe de yine bir eşitsizlik yaratıyor, bu mesafenin ortadan kaldırılması gerekir.

Teknoloji sayesinde ‘Tanrı yazarlık’ denen ulaşılamaz olan yazarlık kavramı da bitmiş oldu, şimdi taraflar arasında daha çok eşitlik var. Zaman içerisinde bu eşitlenmenin de daha çok artacağını zannediyorum.

Yazar ile okur arasındaki birbirine ulaşabilme olanağının artması hem yazarı hem de okuyucuyu daha çok besliyor diye düşünüyorum.

 • Geleceğe dönük yeni kitap çalışmalarınız olacak mı, Planlarınızı anlatır mısınız?

Çalışmasını devam ettirdiğim kısa öykülerden oluşan yeni bir kitap çalışmam devam ediyor. Bununla birlikte iki tane de belgesel çektim. Bunlar, ‘Diyaliz Hastaları ve Sorunları’ ile ‘Selimpaşa’ adlı belgesellerdir. Önümüzdeki günlerde; ‘K.Çekmece Hikayeleri’ adında bir belgesel daha çekmek için de çalışmalarım devam ediyor.

Gösterdiğiniz ilgi için emeği geçen tüm dostlara çok teşekkür eder, başarılarınızın devamını dilerim.

Röportaj: Tolga Alca
06.06.2024




 

 


 



20 Mayıs 2024 Pazartesi

SEFAKÖY LİSESİ, PİLAV GÜNÜ ve İZMİR MARŞI...

İzmir Marşı'nı alkışlayanlar ve alkışlamayanlar... Pilav Gününe neden katılmadığımı anlatan en güzel video...

Bu videoyu izlerken aklıma Yılmaz Özdil'in 'Guguk Kuşu' adlı videoları geldi....




21 Şubat 2024 Çarşamba

NEDEN ADAY OLUYORLAR

 

2024 yerel seçimleri 31 Mart 2024 Pazar günü yapılacak,
Seçimlerde; 61 Milyon 400 Bin kişi oy kullanacak.
Ve bu seçimlerde 1393 belediye başkanı,
21 bin belediye meclis üyesi,
63 bin muhtar seçilecek.

2024 yerel seçimlerinde belediye başkanı, belediye meclis üyesi, muhtar ve muhtar azası seçilmek için tam 1 Milyon kişi başvuruda bulundu.
Bu sayı aşağı yukarı toplumun yüzde 8 de biri demek.
Yani sokakta gördüğünüz her sekiz kişiden biri ya aday olmuş ya da aday olmak için başvuruda bulunmuş.

Peki ama neden bu kadar insan başvuruda bulunuyor?
Bize göre;
En önemli neden; ekonomik beklentiler.
Çünkü; Belediye başkanları şayet seçildikleri kentlerin nüfusu 2 milyondan fazla ise; Aylık 176 bin lira maaş alıyor.

Nüfusu 1 ile 2 milyon arasında olan kentlerin belediye başkanları; 144 bin lira,

Nüfusu 500 bin ile 1 milyon arasında olan kentlerin belediye başkanları; 120 bin lira,

Nüfusu 250 bin ile 500 bin arasında olan kentlerin belediye başkanları; 105 bin lira maaş alıyor.

Belediye Meclis üyeleri ise toplantı başına huzur hakkı olarak ortalama 1500 lira, aylık ise ortalama 40 bin lira para alırken, kimi meclis üyelerinin asıl kazanç kapıları rüşvet ve rant olarak karşımıa çıkar.
Muhtarlar ise 17 bin lira maaş alıyor.
Belediye başkanlarının bu kadar çok para aldığı bir ülkede emekliler ise ayda 10 bin lira, işçi ise ayda 17 bin lira maaş ile geçinmeye çalışıyor. Hem de en ucuz ev kirasının 10 bin lira olduğu bir ülkede…


Bunun üstüne belediye başkanlarına kamuya ait özel araba, şoför, koruma, sekreter, özel kalem müdürü de veriliyor.

Ve hatta bazı başkanlar için de inanılmaz rüşvet ve rant gibi ciddi avantajlar da var.
Bazı belediye başkanları elde ettikleri argo söylemiyle çaldıkları bu servetleri ya yurt dışına kaçırıyorlar ya da yakın akraba ya da dostlarının üzerine yapıyorlar ki, ilerde bir sorun yaşamasınlar.

Peki bu durumdan daha üst düzey konumda olanların haberi yok mu, neden bu suistimale izin veriyorlar diye soracak olursanız, cevap basit; Çünkü orada da aynı sistem işliyor…

Bu kadar konfor sağlayan belediye başkanlığı görevinin karşılığı olarak da yapılan borçlar belediye adına yapılıyor, belediye borçlu olarak kalıyor ve görevli belediye başkanı bu görevden ayrıldıktan sonra elini kolunu sallayarak gidiyor.
Sanki o kadar borcu kendisi yapmamış gibi, kendi döneminde kendi beceriksizliği nedeniyle olmamış gibi daha rahat, daha refah içinde bir hayat sürmeye utanmadan devam ediyor.
Öte yandan belediye başkanlığı daha ileri düzeydeki konuma gelmek için bir basmak olarak da kabul ediliyor.
Bu basamaklar parti genel başkanlığı, bakanlık ve hatta cumhurbaşkanlığı bile olabiliyor.

Peki belediye başkanı olmanın şartları neler?

Mahalli İdareler Seçimleri'nde belediye başkanı olabilmek için aşağıdaki şartlar aranır:

  • Türk vatandaşı olmak
  • On sekiz yaşını doldurmuş olmak
  • En az lise veya dengi okul mezunu olmak
  • Kamu hizmetlerinden mahrum bulunmamak
  • Türk Ceza Kanunu'nun 53'üncü maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan dolayı bir yıl veya daha fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya kaçakçılık suçlarındanmahkûm olmamak

Bunlara ek olarak, büyükşehir belediye başkan adaylarının 18 yaşını doldurmuş olmak, en az lisans düzeyinde eğitim görmüş olmak ve belediye başkanlığı görevini yerine getirebilecek bedensel ve zihinsel sağlık koşullarına sahip olmak şartları da aranır.

Başvurular siyasi partilerin il veya ilçe başkanlıklarına yapılır.
Başvuru için gerekli belgeler ise aşağıdaki gibidir:

  • Adayın fotoğraflı nüfus cüzdanı örneği
  • Adayın diploma fotokopisi
  • Adayın adli sicil kaydı
  • Adayın bağış dekontu

Belediye başkan adayları, siyasi partilerin il veya ilçe başkanlıklarınca yapılacak ön değerlendirmenin ardından, partilerin genel merkez yönetim kurullarınca belirlenir.

Belediye başkan adayları ne kadar para harcar?
Bu konuyla ilgili her hangi bir sınırlama mevcut değil. Partiye yapılan bağışlar, verilen rüşvetler, reklam ve tanıtım masrafları, organize edilen toplantılar, yemekler, davetler, mitingler, kiralanan araçlar, çalıştırılan elemanlar ile ucu bucağı olmayan bir kampanya…

Bu aslında bir anlamda kumar gibi bir şey. Çünkü kazanıp, kazanılamayacağı belli olmayan bir oyun gibi… Kazanırsan yüz katını alıyorsun, kaybedersen sadece bir etiketin daha oluyor…

O halde bir soru daha soralım;

Kaç kişi böyle bir kumar oynayacak bir paraya sahip, bu kadar para hangi iş yapılarak kazanılabilir, nasıl böyle hoyratça harcanabilir?
Elbette bunu herkes yapamaz.
O durumda demek ki herkes de belediye başkanı olamaz, belediye başkan adayı olamaz, belediye başkan aday adayı olamaz.

Örneğin;
Bu kadar harcayacak para kazanamayan işçiler, fakirler, garibanlar, emekliler  belediye başkanı olamaz, belediye başkan adayı olamaz hatta belediye başkan aday adayı bile olamaz.

Demek ki;
Anayasada yer alan ‘Seçme ve seçilme hakkı’ gerçekte yok. Bu söylem gerçekte sadece bir safsatadan ibaret.

O nedenle;
Zenginler aday olur, zenginler seçilir ve zenginler yönetir.
Fakirlerse onları alkışlayarak, sırtlarında taşıyarak, oy vererek zenginliklerine daha çok zenginlik katarlar.
Daha sonra da seçtikleri kişilerin kendilerine daha çok maaş vermesi daha çok sosyal yardım yapması için etraflarında pervane olup adeta dilencilik yaparlar.

Aynı sistem belediye meclis üyeleri için de geçerli muhtarlar içinde…






CHP’den istifa eden belediye başkan adayları;

 

17 Şubat 2024 Cumartesi

ÜVEY

Sebahattin Ali'nin yazdığı muhteşem bir şiir vardır,
Adı: ''Ben yine sana vurgunum''...


Şöyledir;
''Seneler sürer her günüm
Yalnız gitmekten yorgunum
Zannetme sana dargınım
Ben gene sana vurgunum

Başkalarına gülsem de
Senden uzak kalsam da
Sevmediğini bilsem de
Ben gene sana vurgunum

Gönlüm seninkine yardı
Aynı şeyleri duyardı
Ayaklarımız uyardı
Ben gene sana vurgunum

İtilmiş tekmelenmişim
Doğduğum günde yanmışım
Yalnız sana güvenmişim
Ben gene sana vurgunum''

Kimini annesi terkeder, kimini babası, Kiminin annesi ölür, kiminin babası, Ve hayat küçük bir sokak kedisi gibi getirip bir üvey annenin ya da üvey bir babanın kucağına bırakır onları...
Ve o camdan kalp bir daha hiç düzelmeyecek şekilde kırılır, yaralanır, kanamaya başlar.

Akşam hava kararınca, çocukları anneleri eve çağırmaya başlar, ama onu kimse eve çağırmaz, yapayalnız kalır sokak ortasında.

Ayakları geri geri gitse de mecburen eve döner,
Yemekler çoktan yenmiş, ortalık neşe içindeyken o içeri girince buz gibi bir sessizlik kaplar evi.
Sanki herkes 'Neden geldin?' der gibi bakar gözlerinin içine.

Çoğu zaman yedikleri güzel yemekleri saklayanlar, bir tabak yemeği sert bir şekilde masaya bırakırlar.

Üvey çocuklar bu nedenle; çok hızlı yemek yerler, çoğu zaman da yarı aç yarı tok kalkarlar masadan.
''Karnın aç mı ?'' sorusuna her zaman ''Tokum' derler, o bakışlarla karnı çoktan doymuştur zaten...

Kendi çocuklarını koynuna alıp uyuyanlar yan odada kendi anne - babasının hayaliyle uyumaya çalışan gözü yaşlı çocukları hatırlamazlar bile...Uykusunda annesine sarılan her üvey çocuk gözyaşlarını deniz zannederek babasıyla yüzmeye gider... Annesine sarılır, koklar, babasıyla top oynar, ders çalışır...
Sabah olsun istemez, uyanmak istemez. Ama hayat bu uyanmak zorundadır, kalkmak zorundadır ve işkence tekrar başlar.

Herkes okula ailesiyle giderken, o yalnız gider,
Herkes güzel beslenme çantalarını açıp yemek yerken, ona ekmek arasına konmuş iki dilim peynir düşer.

Haftada bir kez banyo yapar, kendi kokusunda bile annesinin kokusunu arar ama bulamaz, Elbiseleri özensizce yıkanmış ve giydirilmiştir. Çorabının yırtık olduğunu söylemeye bile utanır, utanarak yırtık çorapları giyer...
Gözlerinin içine bakanlar sevgiyle değil, suçlayarak bakarlar. Zamanla kendisi de inanır suçlu olduğuna...

Kendi çocuklarını geçmesin diye, hem okulda, hem iş hayatında hem de yaşamda başarısız olsun diye binlerce tuzak kurarlar, yalan söylerler, soyup soğana çeviriler onu yakın bildikleri...

Şiddet, alkol ve uyuşturucu batağına saplanmadan büyüyebilenlerden iyi sanatçılar, aydınlar, şairler, yazarlar, devrimciler çıkar.
Yaşar Kemal üveydir,
Cemal Süreyya üveydir,
Mehmet Fuat üveydir...
Uzar gider bu liste...

Hemşire iğne yaparken her çocuk ''Anne ağrıyor'' diye bağırırken üvey çocuklar hiç bağırmaz.
Çünkü hiç bir iğne içindeki acıdan daha büyük olamaz...

En çok kalp krizinden ölür üvey çocuklar, bunca yükü yıllarca taşımak önce kalplerini yorar çünkü...

Hiçbir üvey anne ya da baba kendi çocuğu kadar, kendi çocuğu gibi sevmez üvey çocuğunu, söylenen sevgi sözcükleri yalandır, inanıp bu yalanın bir parçası olmayın...

Hiçbir üvey çocuk kendisini terkeden anne babasını affetmez ama dudaklarında şiirin şu mısraları sürekli saklı kalır;
''Senden uzak kalsam da
Başkalarına gülsem de
Sevmediğini bilsem de
ben yine sana vurgunum'...

Yazıyı şahsıma ait, bir gün mutlaka çocuk esirgeme kurumu kapılarına asılacak olan şu sözle tamamlayalım;
''Üvey bir çocuğa sürekli üvey olduğunu hatırlatmak,
İnsanlık suçudur''...




17 Ocak 2024 Çarşamba

ÇAYHANE - MEMLEKETİ BATIRACAKTI - BÖLÜM 3

 Hiç kimsenin çay istememesine sinirlenen Garson;

''Bir bardak çay içip, Akşama kadar burada oturan arkadaşlar; Burası bakım yurdu değil, Biz de para kazanacağız ki, Eve ekmek götürelim, kiramızı ödeyelim, Kimse kusura bakmasın ben herkese bir çay dolduruyorum. İsteyen içer istemeyen hesabını öder, kalkar gider kardeşim'' dedikten sonra çayları bardaklara doldurmaya başladı.
Garson çayları masadakilerin önüne tek tek bırakırken mekanın müdavimlerinden Zırtçı Sadullah Abi içeri girdi. Sadullah Abi'nin herhangi bir mesleği yoktu, Gündelik işlerde çalışıp, üç beş kuruş kazanmaya çalışırdı. Hatta bir ara kahvenin önünde durup liseden çıkan kızı yaşındaki çocukları süzüp, iç geçirirken farkedilmiş ve bir ton dayak yemişti.
Hemen arkasındasın da bir ayağı topal olan tarihin en büyük Zırtçılarından biri olan Temel Baba ''Selamınaleyküm'' diyerek içeri girdi.
Temel Baba hayatı boyunca hiç çalışmadı, tombalacılık yaptı, bul karayı al parayı yaptı. Bu yaşına kadar, Nerede kalabilirse orada yattı, ne bulduysa, ne verdilerse onu yedi. Hatta yaşı gelip emekli olmak için dilekçe verdiğin de sadece Ondört günlük sigortası olduğu ortaya çıkmıştı. Bu nedenle ancak Altmışbeş yaşına gelince Üç ayda bir alınan yaşlılık maaşı almaya başladı.
Zırtç.ı Sadullah Abi'nin dünyadaki en gıcık olduğu kişi Zırtçı Temel Babaydı, O'nu günahı kadar sevmez, elinden gelse bir bardak suda boğmak isterdi. Temel baba da Zırt.ı Sadullah Abiyi sevmez, elinden geldiğince O'nunla konuşmamaya, selamlaşmamaya çalışırdı.
Temel Baba daha çok siyasi konulardan konuşurdu. Gençliğinde kominist olarak duvarlara yazılar yazmış, daha sonra ülkücü olup bıyıklarını iki taraftan aşağı uzatmıştı.
''Rahmetli Türkeş senede bir kaç defa beni Ankara'ya çağırır, 'Ne yapayım ben bu partiyi, ne diyorsun?' diye sorar, Ben de O'na akıl verir geri dönerdim derdi. Yaşı biraz daha ilerleyince sakal bırakan Temel Baba menzil tarikatına mürit olmuş, Herkesi Adıyaman'a davet etmeye başlamıştı. Fakat hiç kimse O'nunla Adıyaman'a gitmemişti, gitmedi.
Garson,
''Evet yeni gelen beyler, ne içiyorsunuz?'' diye sordu. Sadullah Abi eliyle çay karıştırma hareketini yaparak çay istediğini söylerken, Temel Baba, ''Bana bir tane nes ver'' dedi. Temel Baba'ya Nescafe demek hem uzun hem gereksiz geldiği için Nescafe'ye kısaca Nes derdi.
Hatta siyasi konularda konuşurken Kemal Kılıçdaroğlu'na 'Kılıç', Ekrem İmamoğlu'na 'İmam', Devlet Bahçeli'ye 'Devlet', Recep Tayyip Erdoğan'a da 'Reis' derdi.
Garson çay bardağındaki nescafeyi Temel Baba'ya uzattıktan sonra,'' Nerden geliyorsun, nasılsın Temel Baba?'' diye sordu. Temel Baba hem hiç evlenmemiş hem de hiç çocuğu olmamışken kendisine sürekli 'Baba' denmesini isterdi.
''Dergahtaydım, Namaz kıldıktan sonra buraya geldim. Akşama sohbete var, gençlere dinimiz anlatacağım. Çok bozuldu ortalık. Ortalık orospu kaynıyor, ibne kaynıyor'' deyip bir yudum nescafe içti.
Cezmi usta alaycı bir tavırla;
''Emekli maaşları Onbin Lira oldu, Ne diyorsun Temel Baba?'' diye sordu.
''Yeter, çok bile. Onbinlira az para mı? Ben nasıl geçiniyorsam onlar da öyle geçinsin. Bunlara Ellinin de versen 'yetmez' diyecekler.
Sadullah Abi söze girip;
''Sen de ev kirası yok, çoluk çocuk yok. nerde akşam orada sabah geziyorsun, herkes sen mi?'' dedi
Temel Baba
''Kılıç gelseydi bu parayı da bulamayacaklardı. Emekliler maaş alamayacaktı. Buna da şükretsinler, bana ne ''dedi.
Sadullah abi,
''Onbeşbin Lira vereceğim dedi ya ''
''Yalan söyledi, SSK'yı batırdı, memleketi de batıracaktı. SSK müdürüyken tüm sülalesini sigortalı yaptı, doğmamış torunun bir sigortalı yaptı. Yirmi yaşındaki torunu da emekli oldu, şimdi maaş alıyor'' dedi Temel Baba.
Garson,
''Hasiktir lan, sallama '' dedi.
Temel Baba;
'' Ne sallıycam kardeşim, benden daha mı iyi bileceksin?' dedi.
Devamı var...



ÇAYHANE - BIRAKIN BU İŞLERİ - BÖLÜM 2

Garson yavaşça televizyonu açtı. Haberleri güzel bir kadın sunuyordu; ''Dolar tarihi zirveyi görerek Otuz Lirayı aştı. Benzine bu akşamdan itibaren geçerli olmak üzere Üç Liralık bir zam daha geliyor. Onbeş Bin Liradan aşağı kiralık ev bulunamazken asgari ücret Onyedi Bin Lira oldu.

Emeklilere verilen Onbin Lira ile emeklilerin çoğu açlık sınırının altında geçinmeye çalışıyorken hükümete yakın isimlerin varlıklarına varlık katmaları ve lüks yaşamları dikkat çekiyor''...
İnşaatlarda kalfalık yapan Asım Usta ile iş ortağı duvar ustası Cezmi Usta sessizce haberlere kulak kabarttıktan sonra Asım Usta, ‘’Değiştirin şu kanalı, ne varmış halimizde iyi kötü geçinip gidiyoruz işte. Bunların işi gücü bölücülük yapmak. Tüm dünyada açlık, fakirlik var. Biraz sabredeceğiz, düzelecek her şey. Rusya’da savaş var, Filistin’de savaş var. İki yıl hastalık oldu, Hükümet hepimize bakmadı mı, İçimizde, dışımızda hainler var, Bizim kalkınmamızı istemiyorlar, Etrafımız yangın yeri olmuş, bu bölücü kanallar hala muhalefet yapıyor. A Haber!i açın ‘’ dedi.
Cezmi Usta da ortağını destekler şekilde başını sürekli salladıktan sonra; ‘’Bunların hepsi cehape kafasındaki adamlar. Cehape’nin bu memlekete ne faydası oldu, bir tane çivi çaktılar mı, Onların zamanını da gördük, çöpler toplanmıyordu, su yoktu su, evin önüne su tankerleri geliyordu, tankerlerden su alıyorduk. Tüp kuyruğunu, sana yağ kuyruğunu da gördük. Şimdi öyle mi, memlekette her şey var. Git bime istediğini al, bimi beğenmezsen şoka git yine her şey var. Kıtlık mı kaldı, fakirlik mi kaldı.
Herkesin cebinde en lüks cep telefonları var, herkesin evinin önünde araba var. Eskiden kaç kişinin arabası vardı, arabaya zenginler binerdi. Üstüne hastanelerde sabah beşte kuyruğa girerdik, ameliyat parasını veremeyince hastamız hastanede rehin kalırdı, Bunlar yetmiyormuş gibi, dinden imandan soğuttular insanları, insanlar dedelerinin mezar taşlarını okuyamaz hale geldi, bunların hepsini bu herifler yapmadı mı, halifeliği kaldırmasalar Müslümanların kralı biz olacaktık, şimdi dünyanın en zengin milleti biz olmuştuk, yalan mı kardeşim?’’ dedi.
Garson araya girerek,
‘’ Eskiden insanlar dedesinin mezar taşını okuyabiliyorlar mıydı?’’ diye sordu.
‘’ Çok güzel okuyorlardı hem de’’ dedi Cezmi usta. ‘’Benim anamın anası bırak mezar taşlarını Kuran-ı Kerim’i bile okurdu.’’
‘’Okuyordu da, ne yazdığını anlıyor muydu?’’
Cezmi Usta.
‘’Tam anlayamazdı, ne dediğini çeviremezdi ama hatim ederdi. Şimdikiler bunu da yapmıyor’’ dedi.
‘’Yav bırakın bu işleri, çay isteyen var mı, çayları tazeleyeyim mi, aybaşı geliyor daha kirayı toparlayamadım’’ dedi Garson.
Hiç kimse çay istemedi.



15 Ocak 2024 Pazartesi

ÇAYHANE - DERİN SESSİZLİK - BÖLÜM 1

Dört masası bulunan Çayhane'de derin ve garip bir sessizlik vardı. Hiç kimse bir başkasıyla konuşmadığı gibi bir başkasıyla göz göze de gelmemeye çalışıyordu.
Duvarlar uzun zamandır boyanıp temizlenmediği için kirli ve bakımsızdı.
Televizyonun yan tarafına asılmış olan eski bir duvar saati ise, en son Altı'yı On geçe durmuş ve o günden beri pili değiştirilmemişti,
Garson isteksiz tavırlarla yüzü çizgili ve yorgun gözüken adamın masasına bir bardak çay bıraktı.
Yorgun Adam;
''Çay kaç Lira?'' diye sordu.
''Yedi Lira''.
''Daha geçenlerde Beş Liraydı, ne zaman zam geldi?''
''Bugün Yedi oldu. Her şeye zam geliyor, kurtarmıyordu, mecburen zam yaptık'' dedi Garson.
''Beş Lira var yanımda'' diyerek cebindeki parayı çıkarıp masaya koyan Yorgun Adam, ardından kaçak olduğu belli olan sigarasından bir tane yakarak, derin derin çekmeye başladı. Garson parayı alıp cebine koyduktan sonra çay kazanının başına geri döndü ve kirli bardakları yıkamaya başladı.
Çayhane'nin ölümcül sessizliği köşede oturan bir başka adamın cep telefonunun çalmasıyla bozuldu.
''Alo, alo ne var, Ekmek mi, kaç tane alayım; Üç tane mi, tamam tamam, Hadi kapat'' diyerek telefonunu cebine koyduktan sonra, ''Buralarda Halk ekmek nerede?'' diye sordu.
Garson başını kaldırmadan;
''Buradaki kapandı, İlerdeki büyük camiinin yanında var'' dedi.
''Bir ekmek On Lira olmuş, Her gün Üç ekmek mi yenir, hayvan gibi ekmek yiyorlar'' diye kendi kendine söylendikten sonra;
''Bizim hesap ne kadar?'' diye sordu.
''Ondört Lira dedi'' Garson.
''Bir tane çay içtim ben. Bir çay Ondört Lira mı?'' diye sordu.
Garson sert bir tonla,
''İki çay içtin sen. İki çay Ondört Lira'' dedi.
Adam masanın üstüne paraları bırakıp gitti. Garson paraları alıp cebine koyarken, ''Paran yoksa çay içmeyeceksin ibne'' diye küfür etti adamın arkasından.
O esnada kenardaki masada tek başına oturan Kahverengi Montlu Adam emredici bir ses tonuyla; ''Televizyonu açsana haberleri izleyelim'' dedi.
''Televizyon bozuk, çalışmıyor'' dedi garson.
Bu cevabın üstüne ortam biraz daha gerginleşti. Kahverengi Montlu Adam, Garsonun yalan söylediğini elektrik harcamasın diye televizyonu açmadığını düşünerek dişlerini sıkmaya başladı.
''Yaptırsana televizyonu kardeşim o zaman, Televizyonsuz Kahvehane mi olur?''
Garson;
''Ben televizyon sevmiyorum'' diye kestirip, attıktan sonra ortam iyice gerildi.
Kahverengi Montlu Adam daha sert bir tonla;
'' Bir bardak çay ver'' dedi.
Garson;
''Bekle biraz, Su çektim, ısınsın ''dedi.
Bu söz üzerine ortam daha da gerildi.
Kahverengi Montlu Adam,
''Suyunu da seni de...Bir bardak çay daha versene kardeşim, parasıyla değil mi?'' diye bağırdı.
Garson, ''Sana çay veren gavat olsun'' diyerek elindeki çay kaşıklarını Kahverengi Montlu Adama doğru fırlattı.
Büyük bir kavga başlamak üzereyken araya diğer masadakiler girerek, ortamı sakinleştirdi. Kahverengi Montlu Adam masaya parayı fırlatıp, söylenerek çıkıp gitti.
Garson yavaşça televizyonu açtı. Haberleri güzel bir kadın sunuyordu; ''Dolar tarihi zirveyi görerek Otuz Lirayı aştı. Benzine bu akşamdan itibaren geçerli olmak üzere Üç Liralık bir zam daha geliyor. Onbeş Bin Liradan aşağı kiralık ev bulunamazken asgari ücret Onyedi Bin Lira oldu.
Emeklilere verilen Yedibinbeşyüz Lira ile emeklilerin çoğu açlık sınırının altında geçinmeye çalışıyorken hükümete yakın isimlerin varlıklarına varlık katmaları ve lüks yaşamları dikkat çekiyor''...

Mustafa Çatıkkaş
15.01.2024 - İstanbul



AZ ŞEY Mİ?

Koskoca sekiz yıl yaşadın Az şey mi? Sekiz kere yaz Sekiz kere kış Sekiz kere sonbahar Sekiz kere ilkbahar yaşadın Az şey mi? Sekiz yıl İki...