29 Haziran 2018 Cuma

İLK DARBE


Liseyi bitirdiğinde henüz 18 yaşındaydı. Üstelik arkadaşlarının zorlamasıyla sigaraya da başlamıştı.
Ve utanıyordu her gün annesinden sigara parası istemekten:

'Bu yaz çalışıp para biriktireyim. Seneye kursa gider üniversite sınavlarına hazırlanırım. Hem aileme de yük olmam' diye düşünerek arkadaşının tavsiye ettiği işyerine başvurdu.
- Tamam, yarın gel başla dediler.

O gece mutluluktan uyuyamadı. Her şey nasıl da kolayca oluvermişti.
Artık kendi parasını kazanabilecek, dilediği kadar sigara alabilecek, kendi çay parasını ödeyebilecek ve kursa da yazılabilecekti.

İlk iş günü güzel geçti.
Akşam erkenden uyuyup, ertesi gün sevinçle iş yerine gitti.
Ama iş yeri kapalıydı.

- Çok erken geldim galiba. Birazdan açılır nasıl olsa diye beklemeye başladı.
Ama saatler geçmesine rağmen kimse gelmedi.
Son sigarasını bitirdiğinde artık ne dayanacak gücü, ne de sabrı kalmıştı.

Gidip bir esnafa;
- Yan taraf ne zaman açılır, bilginiz var mı? diye sordu.
Esnaf;
- Batakçıdır onlar. Dün akşam üç - beş parça eşya toplayıp kaçtılar. Piyasaya da bayağı borç takmışlar. Bir daha gelmezler dedi.

Yıkıldı genç adam. Ne yakacak bir sigarası ne de eve dönmek için yol parası vardı cebinde.
Yürüdü gitti umutsuzluğa doğru.

Bu ülkenin çocuklarının önce umutlarını, sonra geleceklerini, aşklarını ve yaşama sevincini çaldınız.
Ahh ne acı çocuğu olanlara...



27 Haziran 2018 Çarşamba

DOLU'YU BEKLERKEN

Meteorolj uyardı; ‘İstanbul’da şiddetli yağış, şimşek olacak. Ayrıca çok büyük dolu yağacak, akıllı olun, dikkat edin’ dedi.

Bu uyarının üstüne belediyeler boş durur mu, yapamadıkları alt yapı sorunları ortaya çıkmasın diye bastılar propagandayı; ‘Fena yağış olacak. Portakal büyüklüğünde dolu yağacak. Sel olabilir, ev ve dükkanlarınız su altında kalabilir, Dikkatli olun’.

Bu ateşten daha önce nasibini alan sigorta şirketleri yine zarar etmemek için yüklendiler telefon mesajlarına; ‘Aman dikkat edin. İstanbul’da hava fena olacak.  Arabalarınızı adam gibi koruyun. Arabanızın üstüne ağaç devrilir, kaçak çatı düşer, komşunun balkon çiçek saksıları inerse zararı karşılamayız. Tek kek biz değiliz. Herkes bedelini öder’

TV’ler de sanki vatandaşı düşünüyormuş gibi yapıp aslında reyting kaygısıyla  gelen ‘dolu felaketi’ haberlerini gazladı.

Bunun üzerine kapalı otoparkların önünde kuyruklar oluştu, İki saatte tüm kapalı otoparklar doldu.
Neden?
Çünkü hemen hemen hiçbir ev yönetmeliklere göre yapılmamış ve özel otoparkı yoktu.
Belediyeler ve müteahhitler malı götürsün diye değil otopark yapmak bodrum katlarına bile garibanları yerleştirip, kira alıyorlardı.
Yapılan sözde ‘Kentsel dönüşüm’ aslında ‘Malı götürme dönüşümü’ olduğu için sokaklar, caddeler, arabalar ve vatandaşlar iyice çaresiz kaldı.

Kendini çok akıllı sanan bir gerizekalı bir hamle yapıp bu doğal felakete karşı ilk tedbiri aldı.
Ve arabasının üstünü bir battaniye ile kapattı.

Hatta bazıları hangi battaniye ile kapatacaklarını tam olarak bilemediği için hanımıyla bile tartıştı.
Ve hatta bazı yengeler  kocalarıyla kavga edip;
‘O Battaniyeyi arabanın üstüne koyamazsın İsmail. Ben onu gelirken çeyizimde getirdim. Git kendi battaniyeni koy. Onu babam almıştı bana’ diyerek cıngar çıkarttı.

Tabii bu arada arabasını ‘Araç kredisi’ ile alıp, borcunu ödemediği halde zengin havasında gezenlerin aslında zengin olmadıkları da anlaşıldı. Çünkü  arabalarının üstüne koydukları  battaniyeler çok eskiydi.
Yani bir tane yeni battaniyesi bile yoktu!

Bazıları da hemen bir Battaniyeci'ye gidip sıfır bir battaniye alarak arabasının üstüne koydu ve kamuoyuna ‘Bakmayın arabamın eski olduğuna, Aslında ben de zenginim. Para ile imanın kimde olduğu bilinmez’ mesajı vermeye kalktı.

Bazıları da ipin ucunu iyice kaçırıp arabanın üstüne yorgan, yatak, şilte, bez, havlu, yastık, meyve kasası, çatı izolasyon malzemesi, tahta, odun…ne bulduysa koydu.

Çok az bir grup ise; ‘Dünya malı dünyada kalır. Nasıl olsa ben de para var. Yenisini alırım’ ayağında arabasının üstüne hiçbir şey koymadı.

Yetkililerin açıklamasına göre; Saat 17:00’de dolu başlayacaktı.
İstanbul tüm hazırlığını yapmış doluyu bekliyordu.
Ama o saatte hava yavaşça düzelmeye başladı.
Saat: 20:00 gibi İstanbul’da hava iyice düzeldi.
Taa ki ertesi gün, Saat: 09:30 gibi hafif bir yağmur geçişi oldu, o kadar.

Oysa Çanakkale’de sel baskınları oldu,
Oysa Bursa’da sel baskınları oldu.
Peki felaket ve yağış neden İstanbul’u es geçti?
Bunda ahmakça her yeri betonlaştırma, ormanları yandaşlara peşkeş çekme, doğanın dengesini bozma gibi etkenler yatıyor olabilir mi?

Doluyu beklerken neler mi öğrendik?
Demek ki; Birkaç yetkili birkaç uyarı yaparsa;
Ve medya bu açıklamayı ateşlerse;
Ve biraz da korku oluşursa;
Tüm İstanbul tarihte görülmemiş bir şekilde arabalarını sarıp sarmalayabiliyormuş.

İşte ‘Toplum mühendisliği’ dedikleri de tamda bu.
Gelişmemiş toplumların algı sistemini tetikleyerek istediğin gibi yönetebilirsin.
Şimdi anladın mı son seçimin  sonuçları neden böyle çıktı diye?

Sahi; Arabaları sağlama aldınız da sokakta yaşayan canları hiç düşündünüz mü, ya birinin başına bir dolu düşüp ölse ya da sakat kalsa ruhunuz duyacak mıydı?





14 Haziran 2018 Perşembe

ADI YOK


Dört gündür sokakta bir başına ağlayıp duruyordu bu yavrucak, Annesi terketmiş.
Çok ağladı, çok aradı annesini.
Annesizlik zor be gülüm.

Garibim;
Belli ki; Yeterince anne sütü de alamamış.
Aç, bitkin ve çok yorgundu, sesi bile çıkmıyordu artık.

Sonunda;
İki gün önce eve aldık.
Baştan bizim kız tepki gösterse de biraz alıştı gibi...
Genç kızların yeni aşkı Bob Marley Zed ise; Sorunsuz kabul etti.

Minik yavru yıkandı, temizlendi, beslendi.
Neredeyse 24 saat uyudu.

Belli ki; Arada bir annesi aklına geliyor, biraz sızlanıyor.
Çocuklarını terkeden anneleri Allah'ın bile affedeceğini sanmıyorum.

Dedik ya;
Annesizlik zor be gülüm.
Bunu sadece terkedilenler, üvey evlatlar ve annesini kaybedenler bilir...



12 Haziran 2018 Salı

Sıradaki! | yazan: 'Kırmızı' Nazmi Akyıldız


... Para gerçeği çarpıtır, manipüle eder.

... "nası yani?"

... domatesin içeriğini sayalım, işte şu kadar şu vitamin, şu kadar bu mineral filan falan;
  bu içeriğin karşılığı, yine birebir aynı değerde olmalıdır ki, meşrû ve mâkûl bir alışveriş olabilmesi için örneğin, bir kasa elmanın karşılığı direkt bu kasa elmanın içeriğini birebir karşılayan değeri içeren başka bir tür meyve verilirse buna meşrû ve mâkûl alışveriş diyebiliriz.

... "yani parayı aradan kaldırdığımızda ortaya çıkacak tablonun adaletli ve anlamlı olabilmesi için, herşeyin hakiki içeriğini belirlemeli ve bu hakiki veriler üzerinden pazarlık yapmalıyız?"

... aynen, ama 'pazarlık' derken, bir domateste 3yıldızpuan veri varsa, karşılığında "daha ucuza getirmek için" 1,5yıldızpuan veri içeren bişeyi kakalama çabası mı olmalıdır 'pazarlık', şu ana kadarki kabul gören ve uygulanan şekliyle yani?

... "nası yani?"

... yani pazarlık yapmadan pazarlık yapılmalı, alışveriş gerçekten aldığının karşılığını verirsek alışveriş sayılmalı, ama ha ihtiyaç sahibi var ve sende ihtiyaç fazlası var ve anonim şekilde bunu o muhtaca ulaştırıyorsan o ayrı, o yardımlaşmadır, dayanışma filandır.

... "neyse, kafam karıştı."

... daha dur;
 bir insanın mağduriyetini ve haklılığını doğru biçimde savunup izah edildiğinde kazanılacak bir tazminat davası karşılığında mağdura verilecek - paraysa paradan, kasa meyveyse ondan - bu savunmada harcanan emek, çaba ve alınterinin karşılığı kadar payına ayrılabilecek olanı görebilen, bu görüş kabiliyetiyle davasını üstlenmeyi mağdur kişiye teklif edene hakiki avukat diyebilir miyiz?

... "davaları harbiden kazanıp başarılı olursa mı hakiki avukattır, yoksa mağdurun haklılığını anladığını başta mağdura da hissettirecek dayanışmacı bir destek birim olunması, henüz dava kazanılmamışsa yahutta hattâ kaybedilse bile destekten vazgeçmeyen taraf olunması yeterli midir?"

... parayı kaldırmak gibi aradan avukatlığı da kaldıralım mı?!

... "bugün çözemiyceğz bunu."

... ha, bugün mü çözecektik?

... "neyse..."

... sıradaki!

...

………………

'Kırmızı' Nazmî Akyıldız

http://about.me/krasnimeanzred

... 

8 Haziran 2018 Cuma

YAZIK OLUYOR BU ÇOCUKLARA

Bugün karne verecekler ya, Sen de sevinecek, çocuğunun fotolarını paylaşacaksın 'Çocuğum başarılı' diye...
Hepsi hikaye;
Bu sistemde okula düzenli giden her öğrenci sınıfı geçiyor, mezun oluyor zaten.
Hatta 5 zayıfı bile olsa, sınıfı geçirip, bombayı senin eline bırakıyorlar.
Sor bakalım çocuğuna 'kerat cetveli'ni takılmadan söyleyebiliyor mu?
Ya da sor bakalım; 'Seyit Onbaşı kim?'
Popçu sanıyor olmasın !

Veya;
'Orhan Kemal kim?' de bakalım.
'Yeni youtuber' derse de şaşırma.

Bırak liseyi, Üniversiteyi bitirse ne yazar?
Her taraf içi boş, adı 'Üniversite' olan binalarla dolu...
Sen paradan haber ver, diploma her yerde 'satılıyor' zaten.
Çocuklarımızı da böyle harcadılar, sağolsunlar.

Yazık oluyor bu çocuklara,
Yazık oluyor bizlere,
Yazık oluyor bu memlekete...



6 Haziran 2018 Çarşamba

DOKTORLAR DA ÖLÜR MÜ?


Ya gecenin bir vakti ya da öğle saatlerinin orta yerinde küçük bir sızı hissedip  kıvranmaya başlayınca;
‘Keşke hastanede olsam, keşke yanımda bir doktor olsa...’ demeye başlarsın.

Sanki doktor seni sonsuza kadar  yaşatacakmış gibi, kendini daha güvende, daha rahat, daha acısız hissedersin.


Oysa; Allah ömür verdiyse, yaşamaya devam edersin.
Vermediyse, ömrün oraya kadarsa  kralı gelse kurtaramaz seni.

Fakat dedik ya;
Hastanede, doktorun yanında kendini daha iyi hissedersin.
Çünkü, Doktor demek,  hastane demek bir anlamda ‘Güven’ demektir.

Hastane de, doktor da yaşamak adına iyi gelir insana. Daha çok, daha uzun, daha sağlıklı yaşayacağını zanneder, bilirsin...


Önce sosyal medyada kulağıma çalındı bir haber.
Sonra Gazete'de küçük bir haber olarak okudum.

Haber şöyleydi;
‘Balıkesir 9 Numaralı Aile Sağlığı Merkezi’nde görev yapan Dr. Orhan Ülgen (56) yalnız yaşadığı evinde ölü bulundu.’ (İHA)
Doktor Orhan Bey vefat etmiş, hem de henüz 56 yaşındayken.

Ne garip bir duygu böyle?...
Kaç kez canımızı kurtarmak için yanına gittiysek derdimize derman olan Sevgili dostumuz, Aile Hekimimiz Orhan Bey vefat etmiş.

Kendi doktoru ölünce, İnsanın aklı karışıyor,
Sanki, O hiç ölmeyecek de biz ölecekmişiz gibi yaşarken birden bire O’nun ölmesi kolay hazmedilemiyor.

İnsanın doktorunun ölmesi okuldaki öğretmeninin okuma yazma bilmemesi gibi bir şey,
Çok karışık…
Dedik ya; Hazmedilmesi zor bir durum.

‘Her ölüm, erken ölümdür’ der bir düşünür.
Gerçekten de öyle, her ölüm, erken ölümdür.

Doktorlar da ölür mü anne?
Şayet doktorlar da ölüyorsa;  Bu dünya daha güvensiz bir yer olmuyor mu?

Demek ki;

Doktorlar da ölüyormuş anne.
Ne acı.



Sevgili dostumuz, Aile Hekimi’miz Doktor Orhan Ülgen’e Allah’tan rahmet diliyorum.
İyi bilirdik.
Mekanı Cennet olsun.
Varsa; Hakkımızı helal ediyoruz.





4 Haziran 2018 Pazartesi

AYRILIK KURŞUN GİBİ AĞIRDI


Herşeyi hızlı ve çok tüketiyoruz.
Çok ekmek yiyoruz mesela, çok şeker ve tuz tüketiyoruz.
Hepsi sağlığa zararlı, hepsinin fazlası zararlı.
Herşeyi hızlı tüketiyoruz, birbirimizi de…

İşte nasıl çabuk tükendiğimizin küçük bir öyküsü.
Dikkatli okuyun bakalım sizin tükenişlerinize benziyor mu?

O yaz beni Paris’e götürmek istediğini söyledi.
Hemen kabul ettim. Ailesinin ekonomik durumu iyiydi ve pek para sorunu yaşamıyordu.
Bu nedenle ‘Hangi parayla gideceğiz?’ diye sormadım bile.

‘Benim gazeteci bir ağabeyim var. Paris’e gideceğimizi söyleyince bir şey rica etti benden’ dedi.
– Neymiş? Dedim
– Orada bir kız arkadaşı varmış. İllegal bir örgüte üye olduğu için Türkiye’ye girmesi yasaklanmış. Ona bazı hediyeler yollamak istiyor bizimle’ dedi.
– Ne yollayacakmış diye sordum.
– Birkaç tane kitap dedi.
– Tamam götürürüz dedim.

Paris’e gittiğimizin Üçüncü günü Devrim’e telefon ederek kaldığımız Otel’in adını ve adresini söyleyerek Türkiye’den geldiğimizi Metin adında bir arkadaşının kendisine bazı hediyeler yolladığını ve bu hediyeleri kendisine vermek istediğimizi söyledik.

Devrim;
‘Biliyorum o Otel’i akşamüstü uğrarım. Teşekkür ederim’ diyerek telefonu kapattı.
Akşam saat 20:00 gibi biz lobby’de oturuken geldi.
Devrim; Esmer, cana yakın, alımlı,  güzel bir kızdı.
Uzun uzun memleketten, memleket ve dünya meselelerinden konuştuk.
Devrim’in fikirleri oldukça radikaldi.

Geç saatlerde kendisine gönderilen hediyeleri alıp giderken;
‘Bana da gelin. Misafir edeyim sizi bir akşam, Hem ev sahibimle de tanışırsınız dedi.
‘Tamam, görüşürüz’ diyerek ayrıldık.

Birkaç gün sonra Devrim bizi telefonla arayarak evine davet etti ve adresini verdi.
Taksiciye adresi verdikten yarım saat sonra eski, üç katlı bir Şato’nun önünde durduk.
Gelmiştik.
Ev çok görkemliydi fakat oldukça bakımsız görünüyordu.


Görkemli evin sahibi Paris’in ilk mimarlarından birinin oğluydu ve akıl sağlığı yerinde değildi.
Evin bahçesinde üç tane Renault marka araba vardı ve üçünün de içi çöplerle doluydu. Adam çok zengin olmasına rağmen tüm gününü çöp toplayarak geçiriyordu.


Akşam yemeğinde;
– Türkiye'nin neresindensiniz diye sordu
– İstanbul deyince,
– İstanbul, İslambol demektir. 'Müslümanların çok olduğu yer' anlamındadır dedi.
İstanbul’un son halini dinlemek istedi.
Çünkü genç ve sağlıklı iken İstanbul’a bir kaç kez gitmiş ve aklında bazı şeyler kalmıştı.
Uzun uzun İstanbul’u anlattık.
Yaşlı Adam gecenin erken saatlerinde  müsaade isteyerek uyumaya gitti.

Devrim, Peçorin ve Derya gecenin çok geç saatlerine kadar içki içtiler.
Alkol artık ne şişedeydi, ne de damarlarında.
Alkol sihir olmuş Karaköy’ün ıslak sokaklarında Şehir Genelevi’nin içindeydi sanki.
Gece henüz bitmemişti.
O gece gözyaşlarının, acıların, hasretlerin ve mutsuzlukların gecesi olacaktı.
Ve fakat henüz hiç kimse bunun farkında değildi.

Herkes odasına çekildikten  belli bir süre sonra Devrim üzerinde şeffaf bir gecelik ile gençlerin kaldıkları odaya gelip;
– Bir şeye ihtiyacınız var mı diye soracaktım dedi
Derya çoktan sızmıştı,
Peçorin yastıktan başını hafifçe kaldırıp Devrim’in gözlerinin içine baktı, gözlerinin içinde tüm şehir yanmaya başladı.
Devrim şuh bir gülümseme ile arkasını dönüp odasına giderken, Peçorin de yan odaya geçiverdi.
Derya yan odadan gelen sesleri net olarak duyarken, Gecenin o saatinde sokağın üzerinden iki martı hızlıca geçip karanlığın içinde kayboldu.

O gece;
Bir kadın başka bir kadını aldattı.
O gece;
Bir adam bir kadını aldattı.
O gece;
Bir kadın başka bir kadını öldürdü.
O gece;
Bir kadın bir şair doğurdu.

O gece;
Sadece bir kişi masumdu,
Ve yaşadıklarını hiç haketmemişti.

Peçorin  beni böyle aldattı işte.
O’nu sevdiğim kadar hiç kimseyi sevmemiştim.
Çok acı çektim.
Çok zorlandım, çok ağladım.
Ama daha sonra kendime yeni hayat kurmaya karar verdim ve başka birisiyle evlendim.
Şimdi bir erkek çocuğum var.
Mutlu muyum?
Bilmiyorum.
Mutsuz muyum?
Bilmiyorum.

Fakat;
Açık konuşmak gerekirse O’nu unuttuğum söylenemez.
Benden bu kadar, Şimdi sen anlat bakalım, sen nasıl yuttun zokayı?

Öykü ve o büyük aşk böyle biter.
Ya senin aşkın, hangi ihanetle sonlandı?

(Ayrılık kurşun gibi ağırdı – bir şarkı sözünden alıntıdır.)





3 Haziran 2018 Pazar

BIRAKMA - şiir


Gözlerin gece yarısı bir şimşek
Dokunur ansızın yalnızlığıma
Kimbilir kaç sevdaya ayrılır
Dağılır gecenin sesinde sesim

Sözlerin bir türkü
Türküler söylersin umutsuzluğumda
Dönüşür umutsuzluğum umuda
                                              sevdaya ve kavgaya

Yakalarsa gecenin bir vakti
                              gözlerin beni
Bırakma.





1 Haziran 2018 Cuma

KEDİ


Tüm kedilerin,
Afrika vahşi kedisi ile, Avrupa vahşi kedisi’nden türediği tespit edilmiştir.
Kedi sözcüğü muhtemelen Afro-Asyatik kökenlidir.

Kedi adı neredeyse evrenseldir ve pek çok dilde aynı sözcüğün varyasyonları şeklindedir: İngilizce cat, Bulgarca kotka, Polonyaca kot, Romence pisica, Arapça qitt vb,
Ve hatta; catta, katta, feles gibi…

Pisi ve puss gibi sözcükler ise muhtemelen kedilerin tehdit edildiklerinde çıkardığı his sesine benzetilerek oluşturulmuştur.

Kedi gözü…
‘Kedi Gözü’ deyimlere geçecek ve çeşitli adlandırmalara girecek kadar hayranlık uyandırır. Kediler gözleri ve görme yetenekleri ile ayırt edilirler. Bir kedinin gözü doğumdan 7 ila 10 gün sonra açılır.

İki ay içinde de gerçek rengini alır. Bir kedinin gözleri, saldırıda yara almaması için göz kapağının içerisindedir ve avı gözleyebilmek için geniş ve büyüktür.

Gözlerinin uzaklık duyarlılığı yüksek ve keskindir. Karanlıkta insanlardan 6 kat daha iyi görür, insanlardan 3 kat daha iyi duyarlar.

Kediler kendilerine olan ilgiyi, sevgileri ve bağlılıklarıyla ödüllendirirler.
Ortalama ömürleri ise 15 yıldır.

Antik Mısır’da Kedi…
Mısır antik Dünya’nın tahıl yetiştiren en büyük alanı oldu. Hasat edilen ürünleri saklamak üzere devasa tahıl ambarları inşa edildi.

Bu durum fareleri, sıçanları ve vahşi kedileri kendine çekti. İnsanlar, kedilerin, farelerle baş etmeleri maksadıyla kediyi teşvik etmeye başladılar.
Belli bir süreç sonunda vahşi kediler, yaklaşılabilir, nazlı ve nihayetinde bakılabilir hayvanlar oldular. Kediler kendilerine olan ilgiyi, sevgileri ve bağlılıklarıyla ödüllendirdiler.

Zaman içerisinde Mısırlılar kediye tapmaya başladılar. Rahipler, bir kediyi kasten veya kazara öldürmenin cezasının ölüm olacağını beyan ettiler.
Kediler ölümlerinden sonra mumyalandı ve kutsal yeraltı mezarlarında saklandı.

Kedileri besleme ve bakma geleneği zamanla Mısır’dan tüm dünyaya sıçradı. Hindistan, İran, Çin, Japonya, Yunanistan, İtalya…

Orta çağ, Dinci Bağnazlar ve Siyah ölüm…
Maalesef Orta Çağ boyunca kediler, istenmeyen gruplarla özdeşleştirildi. Orta Doğu’da çeşitli dinlerde tanrılaştırılan ve sevilen kedi ailesi, diğerlerinin gözünde şeytan  haline geldi. Dini bağnazlar kediyi şeytani bir varlığa dönüştürdüler.

Kedilerin, zehirleyici dişleri ve enfeksiyonlu nefesi olan ürkütücü güçlere sahip hayvanlar olduğu dedikoduları yayıldı.
İskandinav kökenli tanrı Freya’ya tapınılması kediye yönelik dinsel  ayinleri içeriyordu. Hristiyanlık ona tapınmayı da yasakladı ve Freya bir şeytan, kedi ise şeytanın görünüşü haline getirildi.

Bu yüzden de kedilere işkence ve zulüm edilmeye başlandı. Bu periyotta, yüzlerce, hatta binlerce kediye eziyet edildi, kediler kazıklara bağlanarak yakıldı, asıldı veya görüldüğü yerde öldürüldü. Kedi popülasyonu %90 azaldı.

Sonradan siyah ölüm diye isimlendirilen periyotta kedilere zulüm etme bitti.
Kedi popülasyonu arttı ve onlar veba taşıyan fareleri öldürmeye başladılar. Fare öldüren kedi sayısındaki ani artışla kediler üzerindeki olumsuz imaj zinciri kırıldı ve ayrıca vebanın bittiğine inanıldı.

Ancak günümüzde halen ‘siyah kedi’ inanışı az da olsa devam etmektedir.
Onların kıymetini anlayınca, insanoğlu kedigillere  zulüm etmeye son verdi.
Zaman geçtikçe kediler geliştiler ve evrim geçirerek bugün bildiğimiz pek çok tür ve renk çeşitliliğine sahip oldular.

Hz. Muhammed Mustafa (SAV), Müezza ve Kedi…
Anlatılanlara göre peygamber efendimizin kedisinin ismi Müezza ‘ dır..
Hz. Muhammed kedisi Müezzayı o kadar çok severmiş ki, Müezza bir gün sedirde oturan Hz. 

Muhammedin giysisinin ucunda uyuyakalınca kediye kıyamayan Hz. Muhammed, giysisini keserek sedirden kalkmayı tercih etmiş.
Ebu Hureyre (Anlamı: Kedi Babası) Hz. Muhammed (S.A.V) ‘in kedilerin ticari alım satımını yasaklattığını söyler.

Yine onun vasıtasıyla aktarılan bazı hadislerde ‘ kedisine eziyet eden bir kadının cehennemde çektiklerinden’ bahsedilir.

Mesaj oldukça açıktır; Kedilere iyi muamele şarttır.

Kedinin sırtı neden yere gelmez?
Bir yılan Hz. Muhammed’e gelmiş ve kendisinden yardım istemiş. Hz. Muhammed de yılana yardım etmiş.

Fakat yılan Hz. Muhammed’i sokmaya kalkışmış. O sırada bir adam yetişip kedisini yılanın üzerine salmış. Yılanın zehirli ısırığından kedi sayesinde kurtulan Hz. Muhammed kedinin sırtını okşamış.
O gün bugündür kediler sırt üstü yere düşmezlermiş.

‘Kedi nankördür’ sözü yalan…
Türk toplumu arasında kedilerle meşhur olan bir söz vardır.
Derler ki;
‘Kedi nankör’dür!
Neden?
Dediğiniz de; pekte akla yatkın cevap veremez, lafı eveleyip, gevelerler.
Peki ama neden böyle bir söz çıkarılmış olabilir?

Peki ama neden böyle bir söz çıkarılmış olabilir?
Zannımızca uzun yıllar kul / köle, tebaa yapılmış, kutsal devlet karşısında hiçleştirilmiş bir toplumun elbette kedinin ‘bağımsız karekter’ özelliğinden hoşlanması beklenemezdi.

Ve elbette;
Köpekleşmeye alıştırılmış bir toplumun kedinin ‘özgürlükçü’, ‘bireysel’, ‘bildiğini okuma’, ‘kimseye eyvallahı’nın olmaması tavrını beğenmesi beklenemezdi.

Ve yine elbette;
Kedinin bağımsız kişilik özelliği, karşısında köpekleşmiş sürüler bekleyen efendileri ve bu efendilerin köpekleşmiş sürülerini rahatsız etmiş olabilir.

Ve belki de bu yüzden;
‘Kedi nankördür’ denilerek, toplumun özgürleşmesinin, bireyselleşmesinin önü kesilmiş, daha kolay yönetilebilmesi ve sömürülebilmesi için bu zırvalık genel kabul görür hale getirilmiş olabilir.

Oysa kedi özgürlüktür…
Kedi sen ona iki gram mama verdin diye kulun kölen olmaz,
Ne yaparsan yap, eninde sonunda bildiğini okur,
Yer, içer, güzelce kendini sevdirir ve sonunda canı istiyorsa bir de tırmalar ve canını acıtır.
İlişkinin nasıl, nereye kadar, ne şekilde olacağına o karar verir.
Ve hatta köpek gibi önüne konulan her şeyi de yemez, beğendiğini yer.

Siz hangisini seversiniz?





NEDEN ADAY OLUYORLAR

  2024 yerel seçimleri 31 Mart 2024 Pazar günü yapılacak, Seçimlerde; 61 Milyon 400 Bin kişi oy kullanacak. Ve bu seçimlerde 1393 belediye...