Nasıl ki,
şiir’in özel ve kesin bir tanımı yapılamıyor ise, şiir’in nasıl yazılacağı
konusunda da özel ve kesin bir tanım yoktur.
Fakat,
“edebi” anlamda bazı tanımlar, bazı ipuçları ve bir takım ögeler vardır.
Bunlar; imge, üslup, dil, düşünce, duygu, öz, ölçü, ritm, ses, yetenek akım
olarak karşımıza çıkar.
Buna karşın
her topluluğun ve hatta her kişinin kendine has bir şiir görüşü vardır.
Tıpkı
her akım ve şair gibi…
Bu görüşe
saygı duymak; insan’a saygı duymak, fikir’e saygı duymak, sanat’a saygı duymak,
sanatçıya saygı duymak anlamında kabul görür.
Şiir hangi
şartlarda ve hangi süreçten sonra ortaya çıkar?
Bu sorunun
üzerinde de önemle durulması gerektiğine inanıyorum.
Ayrıca bu soru üzerinde düşünmeye başlarken, ne bir usta tavrı ne de bir
otorite tavrı takınarak ukalalık etmek istemiyorum. Hatalarım, acemiliklerim
olursa affedin.
Öncelikle,
“şiir’in yaratım süreci” vardır. Bu süreçte çeşitli duyumlar, duyumsamalar, tavırlar,
tepkiler, heyecanlar, etkilenmeler, görüntüler, sesler, çelişkiler yaşarsınız.
Bunlar zamanla yüreğinizde ve beyninizde bir tortu oluşturup, sizi rahatsız
etmeye başlar, sancılanırsınız…
Bu sancılanma
esnasında sizde oluşan gel-git’ler dayanılmaz hale gelince “yaratım süreci”
sona erer.
Ve şiiriniz,
ses’e ve yazı’ya dönüşür.
Bu dönüşüm
sizin yoğunluğunuza, bilgi birikiminize, felsefi görüşünüze, ait olduğunuz sınıfa,
benimsediğiniz şiir akımına, etkilendiğiniz ustalara, kişiliğinize ve
bilincinize göre şekil ve anlam kazanır.
O oranda
güçlüdür, gerçekçidir, kalıcıdır.
Ya da
değildir.
Şiiriniz ortaya
çıktığı andan itibaren ise, sizden bir parça olmasına rağmen, artık sizin
değildir.
Yine de karşınıza alır ve sorgularsınız.
Ne kadar
doğrudur, ne kadar amacına yöneliktir, ne kadar yeterlidir, ne kadar
sağlıklıdır gibi…
Başta
söylendiği gibi; doğal olarak her şair farklı bakacak, farklı söyleyecektir.
İstanbul / Eylül 1992